ANADOLUNUN KAPISINI KİM AÇTI?

Eski Türkler konusu, son zamanlarda en çok ilgimi çeken konulardan biridir. “Eski Türkler” deyince de akla Sovyet Türkologları gelir. Bu konuda türk türkologlarından daha fazla otorite olmaları maalesef bir gerçektir (çeşitli tarihçilerin atıfta bulunmaları açısından bunu kabul etmek gerekiyor). Ancak, son zamanlarda bu türkologların kitaplarının hızla türkçeye çevriliyor olması memnunluk vericidir. İşte böyle bir kitabı vitrinlerde gördüğümde, hemen alıp okumaya başladım: Sergey Grigoreviç Agacanov, “Oğuzlar”, İstanbul 2004. “Oğuzlar” adlı eser, Orta Asya, Oğuz ve Selçuklu tarihi konusunda önde gelen tarihçilerden biri olarak kabul edilen Agacanov’un başyapıtıdır ve “Sır-i Derya Oğuz Yabgu Devleti” konusunda Türkiye’de yayınlanan ilk ve tek eser olma özelliğini taşır (Böyle bir devletin varlığından, kitabı okuyana kadar haberdar değildim. Ne de olsa Emin Oktay tarihi yok diyorsa yoktur!!!). Agacanov, bu eseri yazmak için yaklaşık 800 basma ve yazma kaynağı taradığını belirtmektedir. Önce mübalağa olarak kabul ettiğim bu iddianın, kitabı okudukça gerçek olma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu kabul ediyorum. Kitap 700 yıllarından 1250 yıllarına kadar olan bir tarihi kapsamaktadır.

Bu yazıyı yazmama neden olan olay, kitabın sonuna geldiğimde yaşadığım şaşkınlıktı. Agacanov, bizim için tarihsel büyük bir önem taşıyan Malazgirt zaferinden kitabında hiç bahsetmemişti. Şaşkınlığımı üzerimden attıktan sonra sayfaları tekrar karıştırdım, ama yoktu işte. Sonra elimde mevcut olan kitaplara geri döndüm. Bunlardan biri, yıllar önce okuduğum ve çok beğendiğim Doğan Avcıoğlu’nun “Türklerin Tarihi” idi. Bu kitapta Malazgirt zaferinin geçtiği yeri bulup okuduğumda başka bir olgunun farkına vardım. Son yıllarda çevirileri yapılan tarih kitaplarını okumam ve birbirleri ile karşılaştırmam nedeniyle, tarih kitaplarının kaliteleri arasındaki farkı anlar olmuşum. Üzüntüyle gördüm ki, Doğan Avcıoğlu’nun eseri “öğretici (pragmatik) tarih yazıcılığı” adı verilen, geçen yüzyıl demode olmuş ve bilimsel olarak kabul görmeyen bir yöntemle yazmış (Halbuki böyle kitaplar çok zararlıdır, çünki okuyucunun içerik hakkında düşünmesini engeller. Benzer nedenle tarihi romanlara da çok dikkatli yaklaşılmalıdır). Canım sıkıldı ve nadiren yaptığım bir şeyi yaptım: kitabın ciltlerini elden çıkardım ve talep eden birisine verdim.

Tarih, insan beyninin kimyasınca oluşturulan en tehlikeli maddedir. Tarih düş gördürür; ulusları sarhoş eder; onları yanlış anılarla yükler; tepkilerini abartır; eski acılarını deşer; rahat duruyorken azdırır ve onlarda büyüklük hastalığı, haksızlığa uğramışlık duygusu uyandırır. Tarih, ulusları kırgın, dar görüşlü, çekilmez kılar; boş böbürlenmelerle doldurur. Paul Valeri [Ekrem Memiş, Tarih Metodolojisi, Şubat 2005 ]”

Bu araştırma sırasında, daha önce okuduğum, ama dikkatimi çekmeyen bir husus bu kez kafamda soru işareti yarattı. Bozkurt Güvenç’in “Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları, Ankara 1994”adlı eserinin 315. sayfasında Kardinal Newman’ın (1854, 3. konferans) Katolik kilisesinin görüşlerini açıklamasına yer vermektedir: “Vizigotlardan Sarasenlere değin, hıristiyanlık dini ile temasa geçen bütün ırklar, kavimler er geç Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu kuralın tek istisnası Türklerdir. Hıristiyanlığı kabul etmek şöyle dursun, hıristiyanlığı ortadan kaldırmaya çalışmışlar; tarih sahnesine çıktıkları 1048 yılından beri, hıristiyan (haçlı) düşmanlığının sözcüsü, simgesi olmuşlardır. Bu yüzden Türkler Katolik Kilisesi (Vatikan Devleti)’nin XI-XVIII YY’lar arasındaki en önemli sorunu, düşmanı olarak görülmüştür. Hatta, Papalık Devleti’nin son bin yılı Türklerle savaşarak geçmiştir de denebilir.”

Bizim 1071 olarak gördüğümüz tarih, Papalık için neden 1048’ di? Sonra bu olayı çözmeye çalışmam gerektiğine karar verdim. Ancak konuya devam etmeden önce, okuyucunun konuya daha iyi nüfuz edebilmesi açısından bazı ön bilgilerin verilmesi gerektiğini düşünüyorum; bu nedenle biraz konudan sapacağım ve Prof.Dr.Ekrem Memiş’in “Tarih Metodolojisi” adlı kitabını kullanarak bazı bilgiler vereceğim.

Geçmişte meydana gelen olayları bilmek ve anlamak arzusu, insanların ortak özelliklerindendir (İtiraf etmem gerekir ki, kendi kafalarında oluşan resmin değişmesinden korkanlarda böyle anlama arzusunun olmadığını maalesef görmekteyim). Ancak, şunu hemen belirmek lazım ki, tamamiyle geliştirilmiş bir disiplin olarak tarihin tetkiki, gerçekten oldukça yenidir. Bu nedenle ortada bilimsel tarihçiler ve hikaye anlatıcılar vardır. Okuyucu bir tarih kitabı seçerken bunlar arasındaki farka dikkat etmelidir ve kitapta yöntembilim kullanıldığından emin olmalıdır.

Geçmişte meydana gelen her tarihi olayın iki sebebi vardır:

1. Görünürdeki sebep

2. Gerçek sebep

Görünürdeki sebep olayı başlatır. Gerçek sebep ise, olayın esasını oluşturur. İşte, bir tarihçi yalnızca görünürdeki sebepleri kullanıyorsa, bu hikaye tarihçiliğinin, biraz gelişmeyle öğretici tarih yazıcılığının özünü oluşturur (Benim yaşımda olup Emin Oktay’ın tarih kitaplarıyla yetişenler ne demek istediğini gayet iyi bilirler). Bilimsel tarih olarak kabul edilen araştırıcı (neden-nasılcı) tarih yazıcılığı ise gerçek sebebin peşindedir. Geçmişte ve günümüzde tarih yazma şekilleri birçok aşamalardan geçmiştir:

1. Haberci tarih yazıcılığı: En ilkel şekli destanlarda görülür.

2. Hikayeci tarih yazıcılığı (Nakilci tarih): Milet’li Hekateos (M.Ö. 5. yüzyıl), Herodot (5. yüzyıl) (Historia adlı eseri “araştırılmış haber” anlamındadır)

3. Öğretici (Pragmatik) tarih yazıcılığı: Thukidides (M.Ö. 460-400) (Ona göre ancak bizzat görülen ve baştan geçen olaylar doğru yazılabilirdi)

4. Araştırıcı (Neden-Nasılcı) tarih yazıcılığı: İtalya rönesansının ünlü kişilerinden Gişarden (1482-1540), alman tarihçisi Leibniz ve Ranke. Bugün kabul edildiği üzere, bilim olarak tarih metodolojisi bu esasa göre kurulmuştur.

5. Sosyal tarih yazıcılığı: Toplum verilerinin tarih olaylarını doğurduğuna inanan ve tarihi olayların gerisinde gizlenmiş tarihi kanunlar bulunduğunu kabul eden bir anlayıştır.

6. Materyalist tarih yazıcılığı: Alman tarihçisi Marx (1818-1883). Toplumun temelini ekonomik olayların teşkil ettiğine ve olayların, sınıflar arasındaki mücadelelerden doğduğuna inananlarca takip edilen bir yöntemdir. Halbuki tarihte, sınıflar arasındaki dayanışmada güçlü bir yer işgal eder. Bu tarih yazıcılığının zıddı da, “İdealist tarih görüşü”dür ki, buna göre insanlık tarihi ancak fikren gelişmiş olan milletlerin tarihidir.

7. Kültür tarih yazıcılığı: İngiliz tarihçisi Toynbee, tarihin, insan ırkının kolektif terbiyesi olduğuna ve insan sevgisinin er geç milli duyguların yerini alacağına inanır.

Ekrem Memiş, daha sonra araştırmacı tarih yazıcılığında bir tarih kitabının nasıl yazılması gerektiği konusunu gündeme getirir ve bir örnek verir. “Ege Göçleri” konusunda bir tarih kitabının yazılmasında kullanılmasını önerdiği sıralamayı, Agacanov’un Oğuzlar adlı eserindeki sıra ile karşılaştırarak vereceğim:

Prof.Dr.Ekrem Memiş’in EGE GÖÇLERİ konu sıralaması

Önsöz

Giriş

I. Kaynaklar

A. Yazılı Kaynaklar

1) Mısır firavunlarının kitabeleri

2) Ugarit ve Alaşya kırallarının mektupları

B. Arkeolojik kaynaklar

II. Coğrafi Mekan

III. Ege Göçlerinin Sebepleri

IV. Ege Göçlerinin Gelişimi

V. Ege Göçlerinin Sonuçları

S.G. Agacanov’un OĞUZLAR adlı eserindeki sıralama :

Yazarın Önsözü

Giriş: Kaynaklar eşliğinde konuya tarihi bakış

I. Oğuzelinin coğrafi özellikleri

II. Oğuz ve Türkmen boylarının siyasi yapısı

III. Oğuz Yabgu Devleti

IV. Selçuklu faaliyetleri

V. Selçuklu imparatorluğu döneminde Oğuz ve Türkmen boyları

Burada aralarında ne kadar büyük bir benzerlik olduğu görülecektir. Aradaki ayrıntıları atlayıp söyleyebilirim ki, S.G.Agacanov’un tarih yazıcılığı, araştırmacı tarih yazıcılığıdır. Bu nedenle Malazgirt savaşını kitabına almamasında bir art neden olması için bir neden görmediğim için araştırmaya devam ettim.

İkinci aşama, araştırmam için hangi belgelere başvurmam gerektiğiydi. Yalnızca merak duygusunu ve muhakeme yeteneğini kullanan, ama meslek olarak bir tarih araştırmacısı olmamamın, bu konuda beni zorladığını söylemeliyim. Sonra iki yazar hakkında karar kıldım. Bunlardan birini Selçuklu uzmanı türk tarihçileri arasından, diğerini Bizans uzmanı yabancı tarihçiler arasından seçtim:

1. Prof.Dr Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1999

2. Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara , 1999

Her üç yazar da, kendi konularında bir uzman olarak kabul edilmektedir ve benim de vardığım izlenim aynı yöndedir. Hata yapmışsam bile sonuca etki etmediğini sanıyorum.

İçeriklerine göre iki çeşit sınıflandırma yaptığımda aralarında bazı farklar olduğumu gördüm:

a. Kullandıkları kaynaklar açısından

b. Vardıkları sonuçlar açısından

Kullandıkları kaynaklar açısından :

Batılı ve Bizans Kaynakları ; Doğulu ve Arap Kaynakları

Sergey Grigoreviç Agacanov, “Oğuzlar”: Evet Hayır

Prof.Dr Osman Turan, Selçuklular Tarihi: Hayır Evet

Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi: Evet Evet

(Not: Buradaki “evet” ifadesini, yazarların aynı kaynakları kullandığı anlamında değil, genel anlamda kullandım)

Vardıkları sonuçlar açısından :

1048 savaşı ; 1071 savaşı

Sergey Grigoreviç Agacanov, “Oğuzlar”: Var Yok

Prof.Dr Osman Turan, Selçuklular Tarihi: Var Var

Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi: Yok Var

Gel de çık işin içinden. Ama Kardinal Newman’ın ifadesini de göz önüne alarak 1048 yılındaki savaşın meydana geldiğini kabul etmek, bu verilere göre daha doğru gözüküyor. Peki bu savaşın önemi neydi ve neden resmi tarihten silinmişti ?

1040 yıllarına dönelim. Selçuklu Sultanı Toğrul Bey, Horezm’i ele geçirdikten sonra büyük bir orduyla Gürgen ve Tabaristan’a hareket eder. Gürgen ve Tabaristan halkına yıllık vergi (mal) ve haraç yükleyen Toğrul Bey, yılda 50,000 dinar vergi ödemek şartıyla Gürgen’e Mardvic b. Bass’ı vali tayin eder. Bu olaylar sırasında sultan ordusunun öncü kuvvetleri İbrahim İnal (Yinal), Yakut ve Kutalmış b. İsrail tarafından kumanda edilmektedir. Bunlar arasından, daha sonra çok önemli olaylarda adı geçecek olan İbrahim İnal’ın süvari birlikleri 1042 yılında, Selçukluların Irak-ı Acem ve Kafkas ötesine düzenleyecekleri fetih hareketleri sırasında üs olarak kullanılacak olan Rey’i ele geçirirler. 1042 (ya da 1043) ‘de Rey’e gelen Toğrul Bey, şehri başkent ilan ederek imar edilmesini emreder.

1043 yılında ise İbrahim İnal’ın kumandasında Kirman’a giren Toğrul Beyin ordusu, civardaki bazı köyleri yağmaladıktan sonra tekrar Rey’e döner. 1045’de Kirman ve hatta Hemedan’a yeni bir sefer düzenleyen Selçuklular, kürt boylarıyla şiddetli bir çatışmadan sonra kısa bir süre zarfında Hulvan’a girmeyi başarırlar. Bu çatışma, belki de batıya yürüyen oğuzlar ile kürt boyları arasındaki tarihte kaydedilmiş ilk çatışmadır. Hemen bu çatışmanın ardından Sadi b.Ebu Şavk idaresindeki bazı kürt reisleri de İbrahim İnal’a katılırlar. Oğuz ve kürt kavimlerinin arasındaki çatışmanın hemen ardından meydana gelen bu yakınlaşma da dikkat çekicidir. Bu yakınlaşma daha sonra da yüzyıllar boyu inişli çıkışlı devam edecektir. İbrahim İnal, Şadincan kürtlerinin destekleri sayesinde oldukça güçlenir. Belki de bu güç, daha sonra iki kez Selçukluya isyan etmesine yol açacaktır.

Hulvan’a yerleşen İbrahim İnal, sultanın emriyle Bağdat seferine hazırlanmaya başlar. Maveraünnehir’den Nişabur’a gelen büyük bir Oğuz kitlesinin İbrahim İnal’a katılması, onu Kafkas-ötesine harekete geçmeye teşvik etmiş olmalı. 1047 yılında bu Oğuz kitlesini Anadolu’ya sevk eder. Vaadine göre arkasından da kendisi bir süre sonra kalabalık bir orduyla Bizans’a karşı harekete geçer ve Selçuklu ordusu 1048 yılında Kafkas-ötesi ve Anadolu’ya gire Bu insan dalgasını çağdaş bir ermeni yazarı şöyle anlatmaktadır (Prof.Dr Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1999, sayfa 122) :

1048 yılında İran (türk) milletinin korkunç dalgaları Garin (Karnukalak, İslam kaynaklarında Kalikala: Erzurum) ve Paşin (Basian) ovalarına döküldü. İnsan dalgaları sel gibi memleketin dört köşesini istila etti. Garpta Haldia (Gümüşhane ve Trabzon havalisi), şimalde İspir (Sper), cenupta Muş (Daron) bölgesine ve Siask (İslam kaynaklarında Sisacan, Strabon’da Sakatsan, yani Sakaların yerleştiği Ağrı havalisi) taraflarına kadar yayıldı. ”

Türkler, evvelce İslam güçlerinin elinde bulunan ve İslam dünyası ile ticareti sayesinde zenginleşen Erzen şehri üzerine yürürler. Surları mevcut olmayan şehirde çok şiddetli savaşlar olur ve çıkan yangın ile de harabe haline gelir. Buradan kaçan halk Bizanslılar tarafından tahkim edilen ve Theodosiopolis adını alan Karin (Kalikala) şehrine sığınır. Bu sebeple burası bundan sonra yakınındaki Erzen şehrinin adı ile anılır. Bitlis ile Diyarbekir arasındaki Erzen’den ayırmak için İslamların verdiği Erzen ur-Rum (Rum Erzeni) adı, telaffuz ve bir benzetme ile Arz-Rum (Roma Memleketi) olur ve daha sonra bugünki Erzurum şeklini alır.

İbrahim İnal, Bizans’ın geride kalan kuvvetlerini bulmak için Erzen’den ilerlediği zaman Gürcü prensi Liparit Orbelyan kumandasında Gürcü, Ermeni ve Rumlardan oluşan Bizans ordusu da yaklaşıyordu. İslam kaynaklarına göre (İslam kaynakları 1071 Malazgirt savaşına katılan güçler hakkında birbiriyle çelişen ve çok abartılı sayılar vermelerine karşın, 1048 Hasankale savaşı hakkında daha tutarlı bilgiler vermektedir. ) 50,000 kişilik bu ordu, Katakalon komutasındaki asıl Bizans ordusu ile birleşerek Kaputru (Hasankale) önünde bulunan Kastro-komi (bugünki Ügimi/Okomi) köyünde karargah kurar. İbrahim İnal’ın komutasındaki Selçuklu ordusu da saf kurarak 18 Eylül 1048’de hücuma geçip Rumları bozguna uğratır. Başta Liparit olmak üzere birçok komutan ve ordunun hemen hepsi esir edilir. İslam kaynaklarına göre alınan esirler 100,000 kişi ve ganimet de 10,000 araba tutmaktaydı. Silahlar arasında 19,000 zırhın ele geçmesi de bir fikir vermeye kafidir.

Bu sefer esnasında, türkmenlerin Trabzon’a kadar ilerlediklerine dair hıristiyan kaynaklarının kayıtlarını İslam kaynakları da teyit etmektedir. Hatta İbrahim İnal’ın yeğeni Mehmed idaresinde bir kuvvetin İstanbul’a kadar ilerlediği de belirtilmektedir.

Sonuç olarak elimde mevcut bilgilere dayanarak vardığım sonuçlar şöyledir:

Hem 1048 Hasankale, hem de 1071 Malazgirt savaşı meydana gelmiştir. Bizans ordusunun ana gücü 1071’de değil, 1048’de İbrahim İnal tarafından yok edilmiştir. Bu savaştan sonra türk atlıları Anadolu’da cirit atmaya başlamıştır.

Romanos Diogenes’in 1071 seferine yol açan neden, zaten Türkleri Anadolu’dan çıkarmak için yapılmıştır.

Malazgirt savaşında Selçuklu ordusunun karşısındaki Bizans ordusu, ana çekirdeğinden yoksun (1048’de kırılmış) ve toplama bir orduydu. Bu nedenle 1048 yılındaki savaşa nazaran daha küçük çaplıydı.

Bizans açısından Malazgirt bozgununu felakete dönüştüren olay, mağlubiyetin bizzat kendisinden ziyade, Romanos Diogenes’in öldürülmesi olmuştur. Böylece Alp Arslan’ın imparator Diogenes ile akdetmiş olduğu anlaşma hükümsüz kalmış oluyordu. Türkler bunu Bizans’a karşı bir taarruz ve fetih harbine girişmek için fırsat olarak kabul ettiler. Artık Bizans’ın türkleri Anadolu’dan atmak için hiç güçleri kalmamıştı.

Peçeneklere karşı yapılan savaşlarda parlamış iyi bir komutan olan Romanos Diogenes (1068-1071) askeri partide sahip olduğu nüfuz ve itibara layık bir kimse idi. Başa geçtiğinde Selçuklulara karşı savaşı derhal ele aldı; fakat ordunun çürüme oluşumu çok ilerlemiş bir safhadaydı. Büyük bir güçlükle, çoğunluğu yabancı asıllı ücretlilerden – Peçenek, Oğuz, Norman ve Franklar – oluşan bir ordu topladı. 1068 ve 1069’da giriştiği ilk iki seferde her şeye rağmen başarılı oldu. 1071, onun üçüncü seferidir. Bu da 1068 yılına kadar Anadoluda türk atlılarının zaten cirit attığının bir işaretidir.

Anadolunun kapıları 1048 yılında İbrahim İnal (Yinal) tarafından açılmıştır. Ama daha sonra merkeze isyan etmesi nedeniyle tarih sayfasından silinmiştir. Bizler de bu konuda, maalesef bilgisiz bırakıldık.

Ancak bu sonuçlar bazı soruların cevabını vermekten uzaktır:

Sergey Grigoreviç Agacanov, “Oğuzlar”, İstanbul 2004 adlı eserine, genelde çoğunlukla kabul edilen neden Malazgirt savaşını almamıştır?

Prof.Dr Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1999 adlı kitabında İbrahim İnal’ın Hasankale savaşı ve neticelerini almasına karşın, bu konuda neden bir yorumda bulunmaktan kaçınmıştır?

Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1999 adlı eserinde, Agcanakov ile aynı kaynakları kullanmasına karşın neden Hasankale savaşını kitabına almamıştır?

Araştırmam ilerledikçe bu sorulara da cevap bulacağımı umuyorum.

M.Aydın Erceiş

aydin_erceis@yahoo.com

Eylül 2005

About Mehmet Aydin Erceis

Tarih araştırmalarını amatörce yapan ve türkçe araştırmalarını yakından takip eden meraklı bir şahısım.
Bu yazı Uncategorized içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın